SONSUZ olmayan bir alemde yaşıyoruz. Günün birinde bu dünyanın da, bu dünyada yaşayanlarında sonu gelecek.
Hayatı, makinistin denetiminde uzun bir yola çıkmış bir trene benzetebiliriz. Bu yolculuğun her istasyonunda inenler var, binenler var. İnenler ölümle yüzleşenlerdir. Binenler ise hayata merhaba diyenler. Gün gelecek, ilerideki bir istasyonda onlar da inecek.
Aslında içimizde dört-beş nesil öncesini bilen yok. Hepimiz beşinci, dördüncü veya altıncı dedemizin mezarını biliyoruz. Çocuğumuzu rahmetli dedem şuralarda bir yerdeymiş diyerek geçiştirmiyor muyuz? Hangisinin mezarı belli? Belli olanlar bile belirsizleşmiyor mu? Caminin önünden geçerken musallada bir tabut gördüğümüzde bakınıp durur ve sessizce şöyle mırıldanırız; “Allah rahmet etsin.” Ama belki birkaç gün sonra da başkaları bizim için aynı cümleyi mırıldanacak.
Ölüm bir yok oluş, bir son değildir. Sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Hayat kalındığı yerden devam etmektedir. Ayrı bir bedenle, ayrı bir ruh haliyle. Çünkü berzah mezar alemi dünya ile ahiret arasında bir ara alemdir. Sevinci ve ıstırabı olan, azabı ve nimeti olan bir ara alem.
Geçen hafta duyduğum bir ölüm haberi bana bütün bunları yeniden düşünme imkânı verdi. Ölümün gerçek ve bir o kadar da soğuk nefesini yeniden ensemde hissettim. Allah'tan bigane -habersiz ve uzak- olmamamız gerektiğini yeniden hatırlama imkânı buldum. Hadis ilmine ciddi hizmetler yapmış, tertemiz bir akideye sahip, edeb ve zarafetiyle tam bir mümin ve nezaketiyle tam bir beyefendi olan hadis hocam Prof. Dr. İbrahim Canan'ın vefatından bahsediyorum. İbrahim Hoca'yla iki defa uzun uzun görüşmüştük. Birincisi yıllar önce, hafızam beni yanıltmıyorsa 1993 yıllarında Şanlıurfa'da görüşmüştük. O zamanlar orada, İlahiyat Fakültesi'nde dekandı. Ben de öğretim üyesi olacaktım. Hoca beni ilk kez görmüştü. Ben de onu ilk kez gördüm. Konuştuk. Kendimi tanıttım. Çalışmalarıma başladıktan sonra bana şöyle dedi: Siz Sünen-i İbni Mace'yi (bu eser altı hadis kitabından biridir. Merhum babam on cilt halinde tercüme ve şerhetti) hazırlayan Haydar Hatipoğlu'nun oğlusunuz. Benim için bu en büyük referanstır. İnanıyorum ki hadis alanında büyük hizmette bulunursun. Öğle yemeği yedik. Sonra Ankara'ya dönmek için müsaade istedik. Kulağıma eğildi babandan bana dua iste dedi. Sonra babamın yazdığı hadis eserini ne kadar beğendiğini anlattı. Bir ilim adamının, diğer bir ilim adamına gösterdiği bu saygı, nezaket, zarafet beni haylice etkilemişti. Ankara'ya döndüm. Bazı mezaretlerden dolayı Şanlıurfa'ya gidemedim. Telefonla kendisine bildirdim. Haylice üzüldü.
Hocamla ikinci görüşmem, doçentlik savunmam sırasında oldu. İbrahim Hoca jüri üyelerinden biriydi. Sözlü sınavda birçok eserden Arapça metinler okuttular. Sorular sordular. Diğer jüri üyeleriyle konuşmamı hoca sessizce dinledi. Sıra kendisine gelince 'Ben cevabımı aldım' dedi. Uzun süren savunma sonrasında dışarı çıktım. Biraz sonra içeri davet edildiğimde doçentlik cüppesinin İbrahim Hoca'nın elinde olduğunu gördüm. Kendisi bana onu giydirmeye çalışıyordu.
Yıllar sonra bir gün beni telefonla aradı. Hal ve hatırımı sordu. Sonra, “Şu depremler, fay hattı ve sebepleri konusundaki çalışmamı kitap haline getirdin mi” diye sordu. Hayır hocam maalesef imkân bulamadım deyince, aman ihmal etme. Onu mutlaka yayınla, dedi. Hayatım boyunca İbrahim Hoca'yla işte böyle üç defa görüştüm. Ama her seferinde sadık bir mümin, geniş bir yürek, talebesinin önünü açmaya çalışan bir öğretmen, basit dünya hesapları yapmayan olgun bir ruh, sağlam bir çizgi, sünnete tam bir bağlılık, edepli bir kalem, ürperen bir ruh, bütün Müslümanları kardeş gören hakim bir portre velhasılı hadislerin edeplendirdiği bir üstat gördüm.
İşte bir hafta önce bir konferans sonrası indiği şehirlerarası otobüste unuttuğu cep telefonunu geri almak için aniden fırladığında arkadan gelen bir servis otobüsünün altında kalarak vefat eden, minyon görünüşlü, mütevazı bir hadis profesörünün hayata vedası böyle oldu. Ölüm böyle geldi. Ecel gelince bazen bir cep telefonu bahane olur. Bazen baş ağrısı.
Hadis ilmiyle uğraşanlar halim ve selim olurlarmış. Yumuşak huylu, uysal başlı olurlarmış. Hz. Peygamber'in esintisi hissedilirmiş. Peygamber ahlaklı olurlarmış. Tenhada, ruhlarında Peygamber kokusunu hissederlermiş. Hz. Peygamber edebi, onları sarsarmış. Onlarda 'ben' azalırmış, 'biz' şuuru çoğalırmış. Rabbe gidilen yolda en büyük dayanakları Hz. Muhammed Mustafa(sav) olurmuş. 'Can' olan Peygambere giderken, 'Canan' olmak lazımmış. Edebli hocama Rabbımdan yerdeki kum zerreleri kadar rahmet dilerim.