Bazen benlikten vazgeçeceksiniz.
Kardeşinizin hatırına kendi hatırınızı görmezden geleceksiniz. Dün verdiğiniz sözünüzü hatırlayacaksınız.
Çünkü göz, kulak, el, ayak, dil, dudak ve hatta kalp sorgulanacak. Dünyadaki hiçbir şey ahrette teraziye konmadan geçilmeyecek.
Osman bin Talha'nın ailesi yüzyıllar boyuca Kâbe'nin hizmetini ve anahtarcılığını yapmıştı.
Bu son derece önemli bir görevdi. Şeref sayılacak bir işti.
Övünç vesilesiydi. "Bizim ailemiz Kâbe'nin hizmetini sürdürüyor anahtarcılığını yapıyor" sözü bile o ailenin ve sülalenin statüsünü yüceltiyordu. Bütün Araplar nezdinde bu böyleydi.
Osman bin Talha ise müşrikti.
Puta tapardı. Mekke'nin fetih günü Hz. Ali (r.a.) Osman bin Talha'nın elinden anahtarı almış Hz. Peygamber'e (s.a.v.) getiriyordu.
Hz. Ali bu büyük onurun Peygamberimizin (s.a.v.) ailesinin elinde olması gerektiğini düşündüğü için şöyle diyordu: "Allah'ın Peygamberi (s.a.v.) Kâbe'nin anahtarcılığını ve zemzem suyunu dağıtma -ikramişini Abdulmuttalib oğullarında bir araya getirir misiniz. Allah size rahmet etsin."
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu talebi uygun görmedi. Hz. Ali'ye dönerek "Osman bin Talha" nerede diye sordu. Sahabe, müşrik olan ve henüz tereddüt yaşayan Osman bin Talha'yı buldular. Efendimiz şöyle buyurdu. "Ey Osman! Al anahtarı.
Kapıyı da sen aç. Bugün iyilik günüdür. Bugün ahde vefa günüdür. Bu kapıyı açmak sizin hakkınızdır."
Bir müşrike bir vefa göstermek.
Sözünde durmak. Ahde vefa göstermek. Daha doğrusu Hz. Muhammed (s.a.v.) ahlakıyla ahlaklanmak sağınıza- solunuza bakınız. Görüyor musunuz bu ahlakla ahlaklanmış asil insanları. Allah'a karşı vefa, Peygamber'e karşı vefa, kula karşı vefa, arkadaşına karşı vefa, kitaba (Kuran'a) vefa, vefaya vefa.
Yoksa her birimiz müminin karakterine yansıması gereken sözümüzü, ahdimizi, vefamızı unutuyor ve politik dünyada son derece meşhur bir sözü mü dilimize doluyoruz: "Dün dündü. Bugün bugün!"
Halbuki bir mümin için günlerin hepsi dün de bugün de Allah'ındır. Ve Allah her günden de sorgulayacaktır.
***
Çağdaş tiranlar hangi dine mensup?
Hz. İbrahim (a.s.) kendini Rabb olarak takdim eden ruh hastası Nemrut'la karşı karşıya geldiğinde "benim Rabbim ölüleri diriltiyor, senin buna gücün yeter mi" diye sordu? İbrahim Peygamber'in gayesi Nemrut'un vicdanına, aklına ve nefsine danışmasını sağlamak etrafındakileri ise düşünmeye sevk etmekti.
Ama nefsini ilahlaştırmış ve şirke bulaşmış Nemrut ibret alacağına ben de öldürür ve diriltirim dedi.
Şöyle bir ispat yolu buldu. Bir idam mahkûmunu zindandan çıkarıp salıverdi. Böylece ölüyü diriltmiş oluyordu!
Sonra da yoldan geçen bir günahsızı, getirip idam etti. Böylece de diriyi öldürüyordu.
Zavallı bir yaratığın diriltme ve öldürmesi de böyle oluyordu işte.
Hz. İbrahim şöyle sordu: "Peki, o zaman sen şu güneşi batıdan çıkar, doğudan batır. Nemrut bu söz üzerine hiddetlendi, aptallaştı, ufaldı kaldı.
Bağırıp çağırmaya başladı.
Yoldan geçen günahsızı çarmıha veya sehpaya çekip öldüren ve bunu da "İşte ben diri olanı böyle öldürürüm" diyerek savunan hasta bir mantık. Nemrut Allah'a tapacağına kendine tapınan bir ruh hastasıydı. Firavun da öyle, Haman da. Bunların hepsinin ortak mantığı kendilerine "iman" etmeyenleri yok etme hakkını kendilerinde görmeleriydi.
Kendine tapınan ile sağlıksız ve yanlış bir imanla iman eden hasta insanlardan daha tehlikelisini bulamazsınız. Biri kendini ilah gibi gördüğünden yok etmeyi hak gibi görür. Öbürü de hasta ve sakat bir imanla iman ettiği için yaptığı her şeyi, işleyeceği her cinayeti imanın bir gereği zanneder. Kerbela'da evladı Resulü katledenler bugün bu ruh hastalarının benzerleri değil miydi?
Rabbim insanlığı bu türlü ruh hastalarının şerrinden korusun. Sadece Firavunlar değil, ötekiler de yaptığını zannederek öldürür. Hz. Hüseyin'i şehit ettiren Yezid gibi, Hz. Ali'yi şehit eden İbni Mülcem gibi, Hz. Ömer'i şehit eden Ebu Lülü gibi.
Bugün dünyayı kana bulayan tiranların, zalim ve diktatörlerin tümünün ortak özelliği budur işte.