Son dönemlerde tasavvuf, kıyasıya bir tenkit kadrajına oturtuldu. Şahsi bazı hatalar ne yazık ki tasavvufun tümüne fatura edildi. Bu doğru ve insaflı bir hamle değildi. Zira tarih boyunca yüce kitabın ve erdemli Peygamber'in en güzel yorumlarından biri tasavvufi bakışta kendini buldu. İşari tefsiri kim yok sayabilir? Tüsteri tefsirini, Kuşeyri'nin Letaif'ini, İbn-i Acibe'nin Bahr-ül Medid'ini ve benzeri yüzlerce eseri nasıl görmezden gelebiliriz.
Tasavvufun "kîl-u kâl"inden (sözlerden) hâline geçiş yapıldığında ve hakikatle buluştuğunda ortaya çıkan muhteşem hazineyi kim yok sayabilir?
BÜYÜK ÂLİMLERİN YOLU
Şunu ifade etmekte de fayda vardır: Tasavvuf metodolojisini tesis edenden başlayarak bu hususta katkıda bulunan herkes tasavvuf ilmine çok şey katmıştır belki ama çok şeyi de hayatına tatbik etmiştir. Bütün bunlara rağmen hiç kimse tek başına tasavvufu temsil etme imtiyazına sahip değildir. Bu nedenle tasavvuf ile tasavvuf ehli olduğunu ifade eden insanları aynı potada saymak doğru değildir. Bugün de yarın da bu ilmi hakikati taşıyanlar da var, yanlış bir yola bunu kurban edenler de.
Hz. Peygamber (SAV) ve sahabenin vefatlarından sonra İslam'la tanışanlar kendilerine günlük hayatın karmaşası içinde manevi dokunuşlarda bulunacak ve kalp hayatlarına hitap edecek önderler aradılar.
Fıkıh, hadis gibi ilmi alanlarda; İmam Malik, İmam Şafii, Evzai, Süfyanı Sevri, Ebu Hanife, Davudi Zahiri, Leys bin Sad, Ahmed bin Hanbel, İmam Buhari, İmam Müslim gibi büyük âlimlerin açtıkları yolda eksiklerini giderdiler. İbadet hayatlarını ve edebi buralardan öğrendiler.
TASAVVUFTA ESAS OLAN
Manevi (tasavvuf) alanda özellikle hicri ikinci asırdan sonra Cüneydi Bağdadi, Beyazidi Bestami, Hallacı Mansur, Abdülkadiri Geylani, Ahmed Yesevi, Yunus, Somuncu Baba, Hacı Bayram Veli, Şemseddin Sivasi, Niyazi-i Mısri ve benzeri binlerce zirve insan, arayanlara yol gösterdiler.
Bu dönemlerde tekke-dergâh kavramları mescit ve medrese ile bütünleşti. Bir tarafta şeriat (Kuran ve sünnet), diğer tarafta tasavvuf (zühd ve takvaya çağrı) bir bütün halinde Müslüman'ı salim bir kalbe, ihlas ve samimiyete çağırdı.
Tarikatlaşma sürecinde ferdi mülahazalar zaman zaman eksen kaymasına sebep olmuştur. Tasavvufta esas olan; maluma varmak, rızai Bari, vuslat, günahlardan hicret, ihlas gibi hedeflerin yerine, dünyevi ikbal veya beklentiler bazen daha geçer hâle gelmiştir. Tabi olan ile tabi olunanda beliren bu hastalıklar, gövdeden çıkan bazı yaprakları mevsimsiz sarartmıştır. Ama bu hiçbir zaman gövdenin kendisini saran ve sarsan bir hastalığa dönüşmemiştir. İslam âleminde tertemiz bir tasavvufi damar hâlâ yoluna devam ediyor.
Tasavvufi hayat, tertemiz ve duru yaşandığında Hz. Resul'ün sahabesinin samimiyetine davet eder. İhlası emreder. Rab'den başkasına nazarı hoş görmez. Kibri, büyüklenmeyi, nefsaniliği cerh eder. Haramdan kaçınır. Dini temizliği, maddi bir ikbal, menfaat, gelecek, mevki ve makam için asla pazarlık konusu yapmaz.
ONLAR OLMAZSA DARALIRIZ
Peki bunlarda bir gevşeme veya hata olursa ne yapılacak? Yapılacak olan ağacın gövdesini korumaktır. Ağacı temizlemek, çürümüş yaprakları silkeleyip ağacın daha güçlü yeşermesini sağlamaktır.
Gerçek tasavvuf ile Kuran ve sünnete uymayan sözde anlayışları karıştırmamak lazım. İnsanları Allah'a, Resul'üne, ahlaka, İslami zühde çağıran gerçek mürşitler ile bu özelliklerden yoksun sözde kişileri ayırmak lazım. Allah'a ve Resul'üne dair güzellikleri yaşamak için yola çıkan tasavvuf erbabı ile derdi dünya olanı ayırmak lazım.
TARİKATA GİRMEK ZORUNLU MU?
Bir Müslüman Allah'a, Hz. Peygamber'e (SAV) ve Kuran'a iman etmek zorundadır. Bunun dışında hiçbir şeyle zorunlu tutulamaz. Tasavvufun sözden fiiliyata dönüşmüş hâli olan tarikat, yol demektir. Tarikatlar manevi terbiyeyi bir okul, eğitim merkezi veya ocağı olan tasavvufla, tarikatla ilgilenebilir. Bu bir tercihtir. Ancak hiçbir Müslüman tarikata girmek zorunda değildir. Tarikatların sağlamak istediği manevi disipline kişi kendi gayretiyle de pekâlâ ulaşabilir. Bu bir tercihtir.
ŞEYH CENNETE KOYAR MI?
Gerçek bir şeyh, belli bir eğitimden geçmiş, geçmişle bağı olan bir mürşit, yol gösterici olarak görülmelidir. Şeyhlerde menfaat ve benzeri hoş görülmeyen hususlardan uzak durmak, akıldaki eğitimin bir parçasıdır. "Şeyhim beni cennete koyacak" kelimesi doğru değildir. Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez (Fatır, 18). Kuran-ı Kerim, mahşerin çetin olduğunu çok açık şöyle anlatıyor: "İşte o gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine yetecek derdi vardır." (Abese 34–37).
Ayet-i kerime açık ve nettir. Kimse kimseyi cennete taşıyacağının garantisini veremez. Hz. Peygamber (SAV), kızı Fatıma'ya (RA) hitaben şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamber'in kızı Fatıma! Allah'ın gazabından kendini koru. Senin için bir şey yapamayabilirim. Gerçek bir mürşit, "Ben seni cennete koyacağım" demez, diyemez.
TARİKATLARDAKİ TÖVBE NEDİR?
Tasavvuf erbabı arasında konuşulan tövbe meselesi şöyle yorumlanabilir: Mürit, hocasından tövbenin nasıl yapılacağının eğitimini alır. Mürit ile mürşit (yani talebe ile şeyh) beraberce yüce Allah'a yalvarırlar. Tıpkı camide hocanın dua ederken cemaatin "âmin" demesi gibi. Bu meşru bir yoldur. Ancak mürit, "Şeyhime günahımı arz ediyorum, şeyhim de geçmişteki günahlarımı affedecek" gibi bir düşünce içinde olursa bunun şirk olacağı apaçık ortadadır. Günahlar şahsidir, affedecek olan yüce Rabb'imizdir. Müslüman kişi ancak Müslüman kişiye dua edebilir. Bunun ötesi yüce Allah'a aittir.