Medine'de hayvanlar için uygun mera yoktu. Büyük hurma bahçeleri belli kişilere aitti. Bunun için de Hz. Peygamber (s.a.v.) "Naki" isimli büyük bir koruluğu, Müslümanların hayvanlarına otlak olsun diye ayırır. Herkes hayvanını alıp ve bu koruluğa bırakırdı. Kimse de bundan ötürü herhangi bir ücret ödemezdi.
Hz. Ömer (r.a.) dönemine gelindiğinde bu tür korulukların sayısı artırıldı. Halife özellikle iki büyük koruluğu halkın hayvanlarına ayırır. Artık bütün halk at ve develerini getirir ve koruluğa salarlardı.
İşte o günlerdedir. Hz. Ömer, Medine çarşısına gider. Halife pazar, çarşıyı dolaşır. Yanlış gittiğine inandığı bir şey görürse müdahale eder ve gerekli ıslahı yapardı. Halk bunu bildiği içindir ki çarşı ve pazarda gördüğü Halifeye problemlerini açarlardı. Hz. Ömer de en kalıcı tedbiri alırdı.
Bir ara deve pazarına gelen Hz. Ömer orada haylice iri, semiz ve gösterişli bir deve görür. Merak eder ve sorar "bu deve kime ait! Kim bu görkemli devenin sahibi?" Derler ki "bu deve oğlunuz Abdullah'a aittir." Hz. Ömer bunu duyunca ilk olarak şunu sordu; "bu deve nerede böyle semizledi. Nerede böyle kilolandı? Bana Abdullah'ı bulun." Biraz sonra Abdullah pazara geldi. Hz. Ömer sordu; "oğlum! Bu deveyi sen nereden buldun nereden besledin." Abdullah babasına cevap verdi; "bu deveyi pazardan satın almıştım. Gayem şuydu, biraz kilolansın, ben de satayım ve ticaret yapayım. Nihayet devem otlandı, su içti ve kilolandı. Ben de bugün pazara getirdim ki satayım. Burada yanlış bir şey yok. Yanlış bir şey de yapmadım."
Hz. Ömer oğluna şu soruyu sordu; "Sen bu deveyi nerede besledin. Hangi otla semizledin." Oğlu der ki; "Ben devemi bütün Medine halkı gibi devlete ait şu korulukta besledim. Herkes nasıl devesini getirip o koruluğa salıyorsa ben de getirip devemi o koruluğa bıraktım."
Bunun üzerine Hz. Ömer şu cevabı verdi; "Oh oh ne ala. Halifenin oğlunun devesi gelmiş. Haydi yemleyin. Haydi sulayın. Halifenin oğlunun devesi. Tabii ki en iyi yemi alacak, elbette en iyi suyu içecek!? Ey Ömer'in oğlu Abdullah; "Hemen bu deveyi sat. Elde ettiğin paradan, bu deveyi satın alırken verdiğin ana sermayeni al. Geri kalan parayı hemen hazineye devret. O para Müslümanların fakirlerine dağıtılacak haydi bakalım." (Beyhaki, es-Sünen, 6/147)
Hz. Abdullah bu muameleyi hak etmediğini düşünmüş olacak ki şöyle der; "Ama herkes devesini o otlağa bırakırdı. Orası Medine'de yaşayan her vatandaşın yararlanacağı genel bir otlaktır. Ben de Medine halkından birisiyim. Burada yanlış bir işim olmadı ki."
Halife cevap verir; "Sen Halifenin oğlusun! Halk oradan yararlanabilir. Ama sen yararlanamazsın. Ben o otlaktan Halife ile Halifenin evlatlarının ve akrabalarının yararlanmasını yasaklıyorum."
Bu zat ikinci Halife Ömer! Bu hassasiyet de Hz. Ömer'in alışık olduğumuz erdemli davranışlarından sadece birisi. Müslüman olmadan önce kendi kızını toprağa gömebilecek kadar -bazı kaynaklara göre- hesapsız olan bu zat, bir gün gelir ve Müslüman olur. Kur'an-ı Kerim'i tanır. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) o gönül üniversitesinde Allah'a eğilmeyi öğrenir. Rahmeti, hakkaniyeti, merhameti, diğergamlığı öğrenir. Şahsına değil, hakka yatırım yapmayı öğrenir. Kendisi açken, halkı tok tutmanın yolunu öğrenir. Hayatı boyunca gözü yaşarmamış bu insan, Müslüman olduktan sonra öylesine derin bir hesap duygusu içinde -kimseler yokken, evinde, tenhada- öylesine ağlar ki, yanaklarında gözyaşlarından dolayı iki derin ve uzun çizgi oluşur.
Ve bu insan Medine'deki kıtlık yıllarında, sıcak yemeği, eti, meyveyi sofrasından kaldırır ve sadece kuru ekmek ve su ile yetinir. Bir gün kendisine Azerbaycan taraflarından getirilen helvayı sofrasından kaldırır ve şöyle der; "Vallahi Medine'deki her kadın, vallahi Medine'deki her çocuk bu helvadan bolca yemeden Halife bu helvayı yemeyecektir."
Hz. Ömer ve yol arkadaşları... Bu zatlar Kur'an'ın talebesiydiler. Bu zatlar; Hz. Musa'nın, Hz. Yahya'nın, Hz. Yunus'un, Hz. İsa'nın karakterini şahsiyetlerinde toplamış ufuk insanlardı. Elbette böyle olacaklardı. Zira öğretmenleri Hz. Muhammed (s.a.v.) idi. Medine mescitleriydi. İlk vahiy kâtipleri Hz. Cebrail'di. Son Peygamberin yardımcılarıydılar. Bir dertleri vardı. İnsanları putların ve zalimlerin kulluğundan, Rabbin engin hidayetine getirmek. Yeryüzünden zulmü kaldırmak. Yere düşmüş kadını ayağa kaldırmak. Yetimin yalnızlığını gidermek. Fakiri sofraya ortak etmek. Lokmayı garibanla paylaşmak. Her iyiliğin dünyevi bir beklentisinin olmayacağını göstermek. Allah'a ait olmak. Allah için olmak. Allah için sevmek. Allah için el uzatmak. Allah için derdi paylaşmak. Ama sadece Allah için. Başka hiçbir hesap içinde olmadan sadece Allah için...
İşte yıllarca bizi, temelleri merhamet olan bu İslam'la ürküttüler. İşte bu İslam'ı öcü gösterdiler. Bilmeden ve anlamadan bu dinin önüne perde çektiler. Bizi kâbuslarındaki dinle korkuttular. Cami'den uzaklaştılar. Bizi de uzaklaştırdılar. Bir kısmı dini bilmeden, dinden ürküttü. Bir kısmı da dini çok iyi bildiğini zannederek insanımızı dinden soğuttular. Yaptıkları neticede aynı kapıya çıkıyordu. Bütün bu cehaletin ve bağnazlığın faturası Allah'ın temiz ve nezih dinine yazıldı.
Yazık. Yıllarca yitirilmiş nesillerimiz oldu. Kimimiz, Kur'an ve İslam'la ürkütüldü. Kimimiz başı açık diye, namaz kılmıyor diye, içki içiyor diye kendisini Allah'ın dininin dışında zannetti. Çünkü birçok konuşmada, hitabede, toplantıda bunun böyle olduğu anlatıldı. Geriye dönüp baktığımızda yüz binlerin bize, dinine yabancılaştığını gördük.
İşte sizin dininiz. Hz. Ömer ve oğlu arasında geçen bu ibret verici hadise sizin dininizi özetleyen erdemlerden sadece birisi. Sizler bu kadar güzel, nezih ve asil bir imanın insanlarısınız. Yol açık. Ufuk belirgin. Artık yaraları sarmanın, eksiklikleri gidermenin, sisleri kaldırmanın, cehaleti uzaklaştırmanın, dinimizle kucaklaşmanın zamanıdır.
Kaybedeceğimiz bir saniye, yitireceğimiz bir insan yoktur.