Eski Müslümanlar, yani eskimez Müslümanlar, yüce Rablerine tam bir teslimiyetle iman ediyorlardı. Kur'an'ın her harfine, ayetine, suresine bağlıydılar. Güçleri yettiğince kitaptaki emirleri uyguluyorlardı. Helali helal, haramı haram biliyorlardı. Günahsız değillerdi belki, ama tövbesiz hiç olmadılar. Küçük günahlarını bir dağ gibi görüyorlardı. Başlarına düşecek gibi. O korku, samimiyet ve endişeyle tövbekârlardı.
Hz. Muhammed (SAV) Efendimize aşkın ötesinde bir aşkla sevdalıydılar. Adı anılırken bile yüreklerinde heyecan kasırgası eserdi. Kur'an'ı heva ve heveslerine göre okumadılar. Kur'an'a bakarken bir imansız gözüyle değil, vahye teslim olan bir mümin bakışıyla baktılar. Onun için alacaklarını aldılar. Kur'an onların imanını artırdı; küfür, isyan, bencillik, aptallık ve kibirlerini tetiklemedi. Ezan ruhlarını dinlendirdi. Kulaklarını tırmalamadı. Namaz Rableri ile buluşma zamanıydı. Yük değildi.
Ahirete iman ettiler. Ölüm onları elbette ürküttü ama asla ümitsizliğe savurmadı. Zira şunu biliyorlardı:
"Allah hakkında ne düşünürsen onu orada bulacaksın." İbadetin sureti yanında siretine de aşina idiler. İbadetlerin ruhunu kavradılar. Okudukları ayetleri yaşadılar. Affedici idiler. Merhametli, toleranslı, gönlü gani, siması ruhani, beklentileri ötelere odaklıydı. Menfaat için inanmadılar. Menfaat için de terk etmediler. Terki de terk ettiler. Vuslata öyle vardılar.
Hadisleri okurken
Hz. Muhammed Mustafa
(SAV) ile sohbet eden sahabe edebine büründüler.
Edep ilimden de önce gelir. Bunu biliyorlardı.
İmam Malik, Medine'de minbere oturup hadis rivayet
etmeden önce mescitte buhur (esans) yaktırır,
gusül abdesti almadan da minbere oturmazdı.
Efendimizin hadislerini güzel bir rayiha ve temiz ağızla rivayet
ederdi. Kur'an ve hadis aleyhinde konuşan hoca görünümlü
tek bir kişiyle karşılaşmadılar. Edepsiz bir iklimden korundular. Evlerine şeytanı misafir etmediler. Köşeden
bucaktan gelen şeytanları da namaz ve zikirle def ettiler.
Melekler onların zikir sofralarına oturup misafir oluyorlardı.
Her işlerini Kur'an terazisine koydular. Kur'an'a uymayan
işlerini, amellerini, alışkanlıklarını düzelttiler.
Cömerttiler, vicdanlıydılar, kul hakkından korkarlardı. Çirkin sözden uzaktılar. Kur'an'ı göğüslerine bastırdılar. İslam'a girişi geç olan ve
Ebu Cehil'in oğlu olup sonra şehitlik makamına erişen Hz. İkrime
gibi Kur'an sahifelerini yüreklerine bastırıp, "Rabbimin sözü, Rabbimin sözü" diye dimdik durdular. Dostlukları münafık dostluğuna benzemiyordu. İçleri dışları aynıydı. Ahitleştiler mi ahitlerine bağlılardı. Evleri sevgi ve huzurda sahabe evlerine benziyordu. Edepleri
Hz. Osman edebine, adaletleri Hz. Ömer adaletine, yiğitlikleri
Hz. Ali yiğitliğine, tevazuları Hz. Hasan ve
Hüseyin tevazusuna, sadakatleri Hz. Ebubekir sadakatliğine, gençlikleri
Hz. Mus'ab'ın gençliğine benziyordu.
Hz. Yusuf
gibi insanları tevhide çağırırlardı. Hz.
Zekeriya ve Hz. Yahya gibi gerektiğinde şehadete koşarlardı.
Hz. İsa gibi ihanete uğrasalar da affediciydiler.
Hz. Musa gibi insanları-milletleri dönüştürüyorlardı. Kısacası,
örnekleri sağlam örneklerdi. Çürüklerle, mezarları ateşe
dönüşecek cehennem ehliyle işleri hiç olmadı. İnsanların
imanlarıyla oynayacak kadar ahlaksız değillerdi. İnsanları
Kur'an'a ve Peygamber'e çağırdılar. İsyana, inkâra, karalamaya,
çirkin algı oluşturmaya hiç yeltenmediler.
Hz. Resulullah'a ölesiye bağlıydılar. Üstüne düşen gölgeden bile sakındılar O'nu. O'na kem söz söylemediler. Sadık elçinin birer sadık âşıkları gibi durdular. Onuru, asaleti, büyüklüğü burada buldular. Neredeyse O'nun adını abdestsiz ağızlarına almadılar.
Muhammed adını nerede duysalar edeble acaba O'ndan mı bahsediliyor diye heyecanla dönüyorlardı. Velhasılı
Hz.Muhammed (SAV) mümin ile münafıkı birbirinden ayıran bir terazi gibi durdu. O'na düşman olan bu dünyada da öteki âlemde de rezillik ve rüsvalıkla anılır oldu. Öyle de anılacak.
İçlerinde besledikleri olumsuz fikir ve düşünceleri en azından ortalığa servis etmediler. İmanlarıyla veya imansızlıklarıyla toprağa girecek kadar onurluydular. Ama asla insanları ifsad etmediler. Kısacası, az bilseler de, bildiklerini uyguladılar. Bilmediklerini öğrenmeye çabaladılar. Dinin neresini didiklerim, tenkit ederim, aşağılarım, silkelerim gibi bayağı işlere hiç prim vermediler. Mümince dünyaya geldiler, mümince ahirete gittiler. Şimdi bize düşen de onlar gibi olmaya gayret etmektir.
***
ÇEK O KULAĞI YAVRUM
Üçüncü halife olan Hz. Osman,
o kadar takva (ihlas) sahibi bir insandı ki; Hz. Peygamber (SAV) onun hakkında,
"Melekler bile Osman'dan utanırlar" demiştir. Peygamberimizin iki defa damadı oldu. Peygamberimizin kızı
Rukiyye ile evlendi. Rukiyye vefat edince de Efendimizin küçük kızı olan
Ümmü Gülsüm'le nikâhlandı.
Onun için ona, "zünnureyn"
yani "iki nur sahibi" sıfatı layık görüldü.
Ümmü Gülsüm de vefat edince Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Üçüncü bir kızım olsaydı onu da Osman'la nikâhlardım."
Son derece mütevazı biriydi. Bir gün hizmetini gören bir hizmetkâra
kızıp kulağını çekmişti. Bir müddet sonra hizmetkârı yanına çağırdı ve
şöyle dedi: "Evladım, ben senin
kulağını çekmiştim. Şimdi sen de kulağımı çek. Burada helalleşelim."
Hizmetkâr genç buna yanaşmak istemedi. Ama Hz. Osman
ısrar etti: "Kulağımı al ve çek!" Hizmetkâr,
Hz. Osman'ın kulağını tutunca halife şöyle dedi:
"Sıkı tut evladım, sıkı tut. İyi çek. Kısas imkânı ahirette yoktur. Burada hakkını
al da sana borçlu gitmeyeyim."
ANNEMİN YÜZÜNÜ
HATIRLAMIYORUM
Bir gün Hz. Peygamber, annesine çok düşkün olan
Hz. Osman'a sordu: "Osman,
anneni hatırlıyor musun?"
Hz. Osman şöyle dedi: "Ey
Allah'ın elçisi! Annemi o kadar seviyordum ki edebimden
başımı kaldırıp yüzüne doyunca bakamamıştım. Onu
işte o kadar hatırlıyorum."
KERAMET
NE DEMEKTİR?
Keramet, dini bir kavram olarak "Peygamberlik iddiası olmaksızın güzel amel işleyen bir müminde meydana gelen olağanüstü hâl" demektir. Keramet, kerameti gösteren insanın iradesiyle meydana gelmez. Bunun kişinin isteğiyle bir ilgisi olmaz. Keramet gösteren kişinin illaki cemiyette tanınan, bilinen bir insan olma şartı yoktur. Samimi herhangi bir müminde de bu hâller görülebilir. Bu hâlin bir kişide görülmesi, o kişiye yüce Allah'ın verdiği değeri gösterir. Ancak her takva sahibi Müslüman'da böyle bir hâlin görülme şartı yoktur. Sahabe döneminde onların gösterdiği yüzlerce keramet gibi günümüz insanında da elbette keramet gösteren güzel insanlar vardır. Kıyamete kadar da var olacaktır.
İnternetten izinsiz
program, yazılım indirmek caiz mi?
Bilindiği gibi program ve yazılım tasarlanırken ciddi emek ve sermaye harcanıyor. Bu da bir kul hakkının oluşmasına sebep oluyor. Bu nedenle mevcut olan herhangi bir program ve yazılımı indirme izni verilmemişse izinsiz olarak o program veya yazılımı indirmek caiz olmaz. Böyle bir işlem yaygın hâle gelirse yazılım ve program tasarlayanların yeni çalışmalar üretmelerinin önüne geçilmiş olur. İnsan kendi emeğinin hakkını alabilmelidir (Necm/39). Teknolojinin ilerlemesiyle bu tür hak ihlalleri bilgisayar ve değişik teknolojik malzemelerde de görülmeye başlandı. Netice itibarıyla, herhangi bir bilgi, malzeme, yazılım, program, müzik vs. ne olursa olsun üreticinin izni olmadan kullanılamaz. Burada gerek bilgi gerekse yazılım noktasında güzel şeyler üretenlerin kamu için çok gerekli olan bu tür malzemeler konusunda daha esnek davranmalarını tavsiye ederiz. Herkesin imkânı yeterli olmayabilir. Bu nedenle de bilgi üretenlerin "Şu yazılımı veya şu programı indirmeye müsaade ediyorum" gibi bir iznin yolunu açması hayırlı bir iş olur.
Mevlit okutmanın
faydası var mı?
Bilindiği gibi mevlit, 15. asrın başlarında Süleyman Çelebi'nin kaleme aldığı bir şiirdir. Mevlitte bazı dini bilgilerin yanında Hz. Peygamber Efendimizin hayatından bilgiler de aktarılır. Peygamberimizi öven şiirler, Hz. Peygamber hayattayken de yazılmıştır. Ülkemizde nişan, nikâh, sünnet, ölüm, doğum gibi özel durumlarda mevlit okutmak bir gelenek haline gelmiştir. Bu elbette bir dini gereklilik değildir. Bir örf, kültür ve gelenektir. Ancak yukarıda belirttiğimiz vesilelerde veya hiçbir vesile yokken de mevlit okutmakta dini bir sakınca bulunmamaktadır. Neticede bu mevlit esnasında dualar, zikirler, Kur'an-ı Kerim tilaveti, helalleşme, fakirlere yemek ikramı yapılıyor; küs olan insanlar bir araya geliyor ve en azından bir saatlik bir süre manevi duygular yoğun olarak yaşanıyor. Ancak mevlit okutmayan bir kişiyi de sanki haram bir iş yapmış gibi değerlendirmemek gerekir.
Önemli bir görevde
bulunan kişi hediye alabilir mi?
Normal şartlarda birbirini tanıyan dostların hediyeleşmeleri sünnettir. Peygamberimiz (SAV) hediyeleşmeyi tavsiye etmişti. (Muvatta). Ancak önemli -idari- bir görevde olan kişilerin, kendisine işi düşen, düşecek olan kişilerden hediye almaması gerekir. Hz. Peygamber (SAV) zekât toplamak için gönderdiği bir kişinin, "Şunlar zekât malları, şunlar ise bana verilen hediyelerdir" dediğini duyunca hiddetlenmiş ve şöyle buyurmuştur: "Benim gönderdiğim bir görevli geliyor ve 'Şu mallar zekât, şunlar ise bana verilen hediyelerdir' diyor. Bu kişi acaba babasının evinde otursaydı kendisine bu hediyeler gelir miydi? Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz o zekât malından bir şey alırsa kıyamet günü o malı boynunda taşıyarak gelecektir" (Müslim). O halde bu konuda dikkatli olmamız ve görevimiz nedeniyle bize işi düşecek olan kişilerden hediye kabul etmememiz gerekir.